anı için Arşiv"
Şub 16, 2015 - anı, etkinlik, tavsiye    Yorum Yok

Karanlıkta Diyalog

didistUydurulmuş bile olsalar, özel günlerin en iyi tarafı nedir bilir misiniz? Gerçek dostlarınız, sizi o günlerin bir parçası yapmayı ister ve bu da sizi özel hissettirir ve mutlu eder. İşte 14 Şubat Cumartesi, benim açımdan tam olarak öyle bir gün oldu! Plansız, programsız sıradan bir hafta sonuna hazırlanırken, telefonum çalıverdi ve en otoriterinden bir ses, Cumartesi 13:30 Gayrettepe Metro İstasyonuna gelmemi ve kesinlikle geç kalmamamı dikte etti! Adetim olduğu üzere, önce mırın kırın yaparak ve biraz da nazlanarak evet demiş bulundum… (çok da iyi etmişim!)
 
Tanıyanlar bilir, sıkıcı sayılabilecek seviyede zor şaşırtılabilen ve bu özelliğinden nefret eden biriyim.  O yüzden itiraf etmeliyim ki, bu buluşmaya konu olan plana dair beklentilerim oldukça düşüktü. Yanılmışım! Dostları görmenin verdiği o her daim mutluluğa ek olarak, bu sefer hem şaşırdım, hem eğlendim, hem de pek sevindim! …ve birazdan anlatacağım olaydan ötürü sanırım bir miktar da değiştim!
 
Tam vaktinde buluşma yerinde varmıştım, derken uzun süredir görmediklerim teker teker dökülmeye başladılar. Hani bazı insanlar vardır ya dostluklarınıza hiç nokta ya da ünlem koymayıp da araya sadece virgüller serpiştirdiğiniz, işte onun gibi bir ekip toplanıverdi birden. Neden uzun süredir görüşülemediği üzerine sitemler ve son görüştüğümüzden beri yapılanlar üzerine bir catch-up tan sonra. Günün sürpriz planı açıklandı;
Hep beraber bir etkinlinliğe katılacaktık. Aralık 2013’ten beri Gayrettepe Metro İstasyonunda sergilenen Karanlıkta Diyalog!
 
Karanlıkta Diyalog, şimdiye kadar 130’dan fazla şehirde sergilenmiş ve 7 milyondan fazla kişiye ulaşmış bir proje. Temel amaç, 90 dakika boyunca görme duyusundan yoksun olarak (ve görme engelli rehberiniz eşliğinde), diğer duyularınızı ve sezgilerinizi kullanarak şehirde sıradan bir günü deneyimlemek! Normal koşullarda bu tarz bir etkinlikle ilgili spoiler vermemek adına fazla detay yazmamaya özen gösterirdim, fakat bu deneyim insanda o kadar farklı ve tarif edilemez hisler uyandırıyor ki, bırakın beni, kalibresi yüksek tanınmış yazarların mesailerini toplasalar gene de bu hissin yüzde onu aktarılamaz. (ciddiyim!)
 
O yüzdendir ki, ben fikrimi değiştirene ya da siz okumaktan sıkılana kadar devam edecek bu yazı!
 
…bir kısmı tanıdığım kişilerden oluşan yaklaşık 10 kişilik bir ekiple başlama saatini beklemeye başladık. Seans öncesinde, hepimizden telefon, saat, gözlük gibi aksesuarlarımızı, diğer kişisel eşyalarımızla birlikte kilitli dolaplara bırakmamızı ve kurallara mutlak surette uymamızı istediler. (Bu kısım gerçekten önemli!). Daha sonra, zifiri karanlıkta elimizdeki sopalarla ve sezgilerimizi kullanarak nasıl ilerlememiz gerektiğine dair kısa bir  eğitim aldık ve sonrasında turumuz başladı!
 
Tamamen karanlık bir parkurda, Şehr-i İstanbul’u görme engelli bir vatandaş gibi yaşadığımız, etkileyici, ilham verici, bir o kadar da sarsıcı bir 90 dakikaydı benim açımdan. Her ne kadar tüm detayları anlatmamak için kendimi şu anda zor tutuyor olsam da sanırım gideceklere haksızlık etmemek adına içerik hakkında çenemi tutup, kalemime ket vurmalıyım, üzgünüm! (pek çabuk değişti fikrim!)
 
Tecrübe edeceklerinize dair susuyor (şimdilik!) ve etkinlik sırasında başımdan geçen komik, bir o kadar da farklı deneyimimden biraz bahsedeyim istiyorum! Baştan belirttiğim üzere bir rehber eşliğinde ilerleyen ve görece olarak kalabalık bir ekiptik. Hepimiz, gördüklerimiz, pardon sezdiklerimiz karşısında heyecanlanıyor, şaşırıyor ve bol bol konuşuyorduk. Eğlenceli ve kesinlikle farklı bir deneyimdi. Bir süre sonra, nedenini şu anda bile anlamakta zorluk çektiğim anlık bir dikkat dağınıklığı yaşadım ve o bir kaç paragraf önce bahsettiğim uymamız gereken temel kuralları atlayıvermişim. Tekrar yoğunlaştığımda her şey için çok geçti ve kaybolmuştum! Zifiri karanlık bir ortamda, çevremde simule edilmiş bir gerçeklikle, bol gürültülü bir yerde yapayalnızdım!  Gariptir, başlarda oldukça sakindim. Sanırım, tüm bu yaşananların bir kurgu olması, hiç bir zaman bir arabanın altında kalmayacağıma dair güvenim ve ışıkların eninde sonunda yanacağı gerçeği, heyecan ve korku duymama engel oluyordu. Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum, fakat başta kurgu olduğuna emin olduğum o durumun, anlıkta olsa yavaş yavaş gerçeğime dönüşmekte olduğunu dehşetle fark ettim! Hislerimi tam olarak sizlere anlatabilmeyi gerçekten isterdim. Şehrin ortasında, görme duyumdan mahrum ve yapayalnızdım. Derin bir nefes alarak, mantığımı kullanarak bu durumdan nasıl kurtulabileceğimi planlamaya başladım. 10 kişinin kendi arasındaki konuşmalarını duyabiliyor olmam gerekirdi ama ortamda o kadar fazla insan sesi ve şehir gürültüsü vardı ki, bu yöntem kesinlikle işe yaramadı. Sonra insanların yön bulabilmek için kullanması zorunlu sopaların sesleri geldi aklıma zira martıdan, vapurdan, kediden, tramvaydan ya da şehrin olağan gürültüsünden farklıydı o ses! Kulak kabarttım, hiç bir şey yok…derin bir nefes, tekrar ve tekrar denedim…ama nafile! Gecen zamanı tasavvur edemiyordum, derken çok ama çok derinden o sopalardan gelmesi olası bir ses duyuverdim… Mutlu olmuştum, umutlanmıştım! Hızla ve uymam gereken kuralları bir kez daha teker teker çiğneyerek ekibime ulaştım! Nihayet güvende ve olmam gereken yerdeydim! Hem de kaybolduğumu kimseye hissettirmeden! Mutluluğum kısa sürmüştü, rehberimizin parkur ile ilgili yönergelerini dinlerken, acı gerçekle yüzleşmek durumunda kaldım, zira ekibi bulmuştum, ama yanlış ekibi! Kararsızlıkla geçen bir kaç dakika sonrasında biraz da mahcup bir şekilde durumumu yeni rehbere aktardım. Derin bir sessizlik oldu. Başına buyrukluğumun sonucu ortadaydı, ekibimle aramda en az yarım saat olduğunu ve sezgilerimi o kadar da iyi kullanmadığımı öğrenmiştim. Rehber, etkinliğe grup olarak katıldığımı öğrenince arkadaşlarımın merak etmemesi adına beni mutlaka grubuma geri götürmesi gerektiğini söyledi ve sopamı kaldırmamı, elini sıkıca tutmamı ve kendisine güvenmemi söyledi, hızlı hareket edeceğimizi ve panik yapmamamı belirtmeyi de ihmal etmedi!  Hiçbir duvara dokunmadan, görmeden ve gözlerim açıkken hareket ettiğim hızda ilerlemek <başlarda ürkütücü olsa da> değişik bir tecrübeydi. Tüm duyularım beyne aksi şekilde hareket etmem gerektiğine dair snapsler gönderiyor olsa da bu hiç tanımadığım arkadaşa ve onun “benimkilerden hassas olduğu ortada olan” hislerine uymam gerektiği açıktı, ama gene de zorlandım! Ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir koşuşturmacının ardından nihayet tanıdık seslere ulaşmıştık! Mahcup olacağım şekilde gerçek rehberime ismen takdim edildikten sonra, seansın en son aşaması olan karanlık cafe ve söyleşi
kısmına geçtik. Kaybolma üzerine esprilerle bezenmiş sohbet ve keyifli söyleşimizi sıcak kahveler eşliğinde yaptık ve parkuru tamamladık!
 
Hepi topu 90 dakikalık bir etkinlik sonrası, kimseye bazı konularda ahkam kesecek değilim,  ama bu dalgınlık ve sakarlıkla çeşitlenmiş tecrübem bana garip bir detayı fark ettirdi. Bunu mutlaka sizlerle paylaşmak isterim, Muhtemelen hemen hepimiz, görme engelli arkadaşlara gündelik hayatta bazı temel konularda elimizden geldiğince desteği sağlıyoruz, ama “kendi adıma konuşmak gerekirse” çok temel bir şeyi atladığımı fark ettim, böyle durumlarda az konuştuğumu ve çok az dokunmaya özen gösterdiğimi… O zifiri karanlık <renkli dünyada> sözlerin ve dostça bir fiziksel temasın anlamının bu kadar büyük olacağını asla tahmin edemezdim! (Muhtemelen bu satırları okurken siz de tasavvur edemiyorsunuzdur!)
 
Olur da yazıyı sıkılmadan okuduysanız ve Karanlıkta Diyalog etkinliğine katılmak isterseniz, sizlere naçizane bir kaç tavsiyem olacak;
 
– Etkinliğe mümkünse yalnız gidin, görme engelli birinin yaşamına dair zorlukları çok daha iyi gözlemleme fırsatınız olabilir!
– Basit ve sıkıcı gibi görünse de, kurallara uyun, zira o parkurun ışıkları daha önce de belirttiğim üzere “asla” yanmayacak!
– Karanlık bir Cafe’de kimlere kahve ısmarladığınıza dikkat edin! (swh)
– Kaybolmayın!
Ara 23, 2014 - anı, kitap, nostalji, tavsiye, yorum    Yorum Yok

Boza caiz midir?

imagePek çoğunuz gibi, soğuk kış gecelerinde boooo-zaaaaa diye bağıran sokak satıcılarından duymadım ben bozayı ilk kez. İtiraf ediyorum, 17 yaşına kadar tadının ve görüntüsünün neye benzediğine dair fikrim bile yoktu bu meretin!. Aslında, unutmak, yok sayılmak istenilen anılar listemin üst sıralarında yer aldığı için, ilk nerede tattığım, kiminle içtiğim detaylarına girmemeyi tercih etsem de, kişisel tarihime dip not düşmek adına, aklımdan bolca geçirdiğim “Keşke o gün hiç boza içmeseymişim!” tümcesinin zarfı diye tanımlayabilirim bu hayat misali, tatlı/ekşi iksiri!

Neyse, konumuza dönelim,

Bildiğiniz üzere boza, temel maddesi bulgur veya darı olan garip bir içki. “İçki” kelimesini özellikle kullanıyorum zira, aslında tüketilene kadar fermantasyonu devam eden, saklama koşulları, bekleme süresi ve havanın sıcaklığı gibi parametrelere göre değişiklik göstermekle beraber, içerisinde %2 ila %8 arası alkol barındıran <bir tuhaf içki> geleneksel lezzetimiz boza. Rivayet odur ki, garip uygulamaları ve şizofrenik tavırları ile günümüzdeki bazı siyasetçilere fena halde benzeşen meşhur IV. Murat, geceleri tebdil-i kıyafet dolaşırken, sadece meyhanecileri değil, bozacıları da derdest edermiş! Yani anlayacağınız kıvamının, tadının, hastası olduğumuz meşhur bozamız, Osmanlı döneminde sadece lezzeti için tüketilen, masum, geleneksel bir içecek değil, adetli tüketilmesi durumunda kafa yapan, gamı, kederi, efkarı uzaklaştıran, zamane birasıymış!

Şaşırtıcı değil mi!?

“Ne oldu da gecenin bir vakti aklına düştü bu “boza” lakırdısı arkadaşım!” dediğinizi duyar gibiyim, açıklayayım efendim;

…malumunuz, geçtiğimiz haftalarda sevgili Orhan Pamuk‘un 1960’lardan günümüze bir sokak satıcısının (bozacı) hayatını ve yaşadığımız şehrin yakın tarihini anlatan kitabı “Kafamda bir tuhaflık” yayınlandı. Zengin bir ailede yetişmiş, iyi okullarda okumuş, tam bir Nişantaşı çocuğu olmasına rağmen, Orhan Pamuk’un nasıl olup da hikayeyi Beyşehirli Bozacı Mevlüt’ün gözünden bu derece gerçek anlatabildiği benim açımdan anlaşılamaz ve hayranlık uyandıran bir muamma olsa da ortaya iç ısıtan, harika bir eser çıkmış. Yakın tarihe meraklı, istanbulsever pek çok kişinin yaşananları,  özellikle son 40 yılda şehrin nasıl bir mega-köy’e evrildiğine tanıklık etmiş birinin gözünden/sözünden dinlemek isteyeceğini ve kitabı beğeneceğini tahmin ediyorum. Gerçekten tarçını bol boza kıvamında bir kitap olmuş, tebrikler üstad!

Hem resmi, hem de şahsi görüşüm şudur ki;

Bu kitabı okuyun efendim!
Hatta, caiz midir, değil midir siktir edip, “Boza İçerek” okuyun!