Havası ve şakaları buz gibi olsa da insanları ve yerel biraları bir o kadar tatlı, sıcak, garip bir memleket Londra. Hayatımda hiç bu kadar komik olmayan, eğlenceli insanı bir arada görmemiştim desem yeridir! Sokaklarda mesafe tanımaksızın yürüyen (koşan) insanları, bisiklet kullanımının yaygın olması, düzeni, kocaman parkları ve meydanlarından olsa gerek, ben pek sevdim bu şehri. (ki, ne yalan söyleyeyim, gelmeden önce önyargılarım boldu ingilizler ve Londra hakkında, yanılmışım!)
Bu yazıda daha kaç kez yazarım bilmiyorum ama, gerçekten ama gerçekten çook güzel bir metropol Londra. Dünyanın en pahalı şehirlerinden olmasını bir kenara bırakacak olursak, ülkemizde özlemini duyduğumuz temel insanlık edimlerinin burada insanların normal yaşam standardı olması, gayet hoş, ama bizim açımızdan oldukça iç burkan bir detay. Daha Heathrow’a inip, metroya (İngilizler Tube diyorlar) biner binmez farkı hissediyorsunuz. İnsanların, çevresine saygısı ve okumaya olan düşkünlükleri çekiveriyor dikkatinizi! Okumayı gerçekten çok seviyor bu şehrin insanı, hemen herkesi metroda, parklarda, öğle yemeği arasında –kısacası tüm boş zamanlarında– bir şeyler okurken görmek mümkün… Devasa ve multi-kültürel yapıdaki bir metropole göre oldukça güvenli ve müthiş düzenli bir şehir burası, üstelik hemen her köşesinin AVM’lerden ziyade tiyatrolarla ve parklarla donatılmış olması da hayranlık uyandırıcı. Sanat ve tarihe gösterilen özen, ve bunların halka inebilmesi için harcanan çabaya ise ancak şapka çıkarılabilir. Müzelerin çoğu ücretsiz, alanında dünyanın en iyilerinden sayılabilecek sahne şovlarını ise son dakika biletlerini kovalayarak 10-20 pound gibi oldukça makul sayılabilecek fiyatlara izleyebilmek mümkün! Hem de en ön sıralardan – Etkileyici! (Dominion Theatre da sergilenen The Lord of the Dance: Dangerous Game gösterisini, 4. sıradan ve sadece 10 pound ödeyerek izledim! – ki normalde aynı koltuğun gişedeki fiyatı 93 pound!)
Şimdi size internette onlarcasını bulabileceğiniz gezilesi, görülesi yerler listesi çıkaracak, Londra’yı överek, yere göğe sığdıramayan bir yazı yazacak değilim (yalan söylüyorum!), ama olur da buralara yolunuz düşerse Roma’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmayın diye naçizane bir kaç tavsiyede bulunmazsam da vicdanen kendimi sorumlu hissederim! (ehehe, demiştim!)
Başlıyorum!
Efendim, buraya ayak basar basmaz ilk yapmanız gereken şey, kesinlikle ve kesinlikle bir Oyster Card edinmek. (İstanbul Kart minvalinde bir ulaşım kartı). Oldukça pahalı olan ulaşım olayını, en akıllıca ve maliyet avantajlı çözmenin ön koşulu muhtemelen budur zira. Telefonunuza yükleyeceğiniz çevrim dışı çalışabilen ücretsiz bir GPS yazılımı (bkz: Nokia HERE), bir metro haritası (bkz: London Tube Map, City Mapper vb…) ve her ihtimale karşı yanınızda bulundurmanızı tavsiye edeceğim fiziksel bir Londra haritası ile bu güzel şehiri tek başınıza keşfetmek için hiç bir eksiğiniz kalmayacak. Muhtemelen daha ilk günden tüm Londra’lıların gurur duyduğu ve şehrin hemen her noktasını adeta bir örümcek ağı gibi saran, muhtemelen dünyanın en eski metrolarından olan Tube ile tanışacaksınız, sakın korkmayın, kendisine hemen alışacak ve oldukça seveceksiniz. (O sizin en iyi dostunuz!) Sonrasında tecrübe edecekleriniz ise azminize, vaktinize ve naktinize kalıyor!
Her ne kadar çoğu kişi tarafından fazla turistik olduğu için eleştirilse ve turist tuzağı olarak gösterilse de size tavsiyem, kesinlikle ve kesinlikle London Eye ve nehir gezintisi turunu ihmal etmemeniz olur, (ikisi toplam 30 pound civarı), özellikle açık bir havada, şehrin yüz küsür metre üzerinden gün batımını izlemek muhteşem ve Londra’nın temel simgelerini bu kadar vakit/nakit verimli şekilde görebilmenin başka bir yolu olduğunu sanmıyorum!
Önemli bir detay, bu şehirde hayat oldukça erken bitiyor – ki olması gereken-. O yüzden şehir merkezine ve tube istasyonlarına yakın yerlerde konaklamak başta pahalı bir seçim gibi görünse de, muhtemelen toplamda size vakit/nakit tasarruf ettiren seçim olacaktır. Konaklama seçimine azami özeni göstermenizi ve önceliğinizin lokasyon olmasını şiddetle tavsiye ederim!
Benim gibi, iş ziyareti nedeniyle kısa süreliğine buralara yolu düşeceklere, kesinlikle ve kesinlikle önceden plan yapmalarını öneririm. Gerçi, benim tecrübem biraz sıradışı oldu, herhangi bir plan yapmadan gelmiş olmama rağmen, biraz şans, biraz da çaba neticesinde oldukça keyifli -dolu dolu- güzel zamanlar geçirdim, ama bir kere daha gelecek olursam, kesinlikle daha planlı olacağım! (ki bu satırları yazan kişi, <özellikle tatil konusunda> plan yapmaktan hazzetmeyen, spontan yaşamayı tercih eden birisidir – önerisini dikkate alınız efendim!)
Gerçekten şanslıymışım, garip bir şekilde Londra’da tesadüf eseri hep doğru zamanlarda ,doğru yerlere yolum düşmüş. Mesela, Science Museum‘un ayda bir olan Laters aktivitesini yakaladım! Olur da herhangi bir ayın son çarşambasını Londra’da geçirecek olursanız, kesinlikle o akşam için başka bir plan yapmamanızı öneririm! Zira normalde 18:00’da ziyaretçilere kapısını kapatan Science Museum sadece her ayın son çarşambasında saat 18:45-22:45 arası ziyaretçilerini ağırlıyor. Vespa’dan, Ford Model T’ye Wright kardeşlerin uçağının replikasından, Mongolfier kardeşlerin balonuna, 1959’dan kalma, modern bilgisayarların atalarından olan Ferranti Ltd. Pegasus’tan, Amiga’nun efsane oyun konsolu CD32’ye hemen herkesin ilgisini çekebilecek pek çok muhteşem şeyin sergilendiği, harika bir müze Science Museum. Üstelik klasik bir müze gezme aktivitesinden kesinlikle farklı bir tecrübe yaşayacağınızı da garanti ediyorum, <Beğenmeyene benden para iadesi!> Müze içerisinde satılan envai çesit alkollü/alkolsüz içecek ve yiyeceğinizi alıp, bir yandan müzyi gezerken diğer yandan akşam yemeğini aradan çıkarabiliyorsunuz! Gerçekten şaşırtıcı ve keyifli! Londra’da kısıtlı zamanınız olduğunu ve muhteşem! çarşamba akşamınızı da müze gezmek yerine dışarıda eğlenerek geçirmek istediğinizi varsayıyorum; Panik yok! Müzenin giriş katına iniyorsunuz, alıyorsunuz içeceğinizi, takıyorsunuz ses-izole özellikli kulaklıkarınızı ve sizin gibi düşünen onlarca desibel düşkünüyle birlikte başlıyorsunuz Silent Disco‘da dans etmeye…Eğitici, öğretici, bol eğlenceli zaman geçireceksiniz
Eğer, bir şehrin dokusunun, ruhunun, toplu taşıma, bisiklet ya da yürüyerek – zaman zaman kaybolarak- keşfedilebileceğine inananlardansınız, bu şehre bayılacaksınız! (Gerçi Londra’da kaybolabilmek ekstra bir yetenek gerektirir ama!) Muhtemelen, hemen herkesin listesinde olan London Eye, Hyde Park, Kensington Gardens, Piccadily Square, Oxford street, Bond Street, Tower Bridge, Big Ben, Tate, Tate Modern, National Museum, British Museum, South Bank’te yürüyüş, Thames gezintisi vs. gibi aktivitelerden size hitap edenleri yapacaksınızdır, ama olur da, alternatif bir şeyler arıyor ve daha farklı tecrübeler yaşamak -eğlenerek, keşfetmek- istiyorsanız “bence” yolunuzu mutlaka Camden Town‘a düşürmelisiniz! Hemen her türlü modern/retro/klasik ürünü (sıfır ya da ikinci el) bulabileceğiniz kocaman bir açık pazar Camden Town… Urban Hippies, Punk, Grunge, Gotik, Asyalı, Hintli, Türk , Afgan, Uzak doğulu, Çinli, Rus başta olmak üzere aklınıza gelebilecek hemen her türden insandan oluşan sokakları ve harmonisi ise inanılmaz! Her adım başında rastlayacağınız canlı sokak performansları ya da derinlerden gelen Jazz, Rock ve diğer müzik tınıları da işin kaymaklı kreması!
Olur da Amy Winehouse, Fugazi, Marlyn Manson falan seviyorsanız, muhtemelen buraya bayılırsınız, zira Londra Gotik Hemşire Okulunun veya Punk Meslek Yüksek Okulu‘nun bu muhitte olduğuna dair gerçekten ciddi şüphelerim var! Her iki insandan biri ya Gotik ya da Punk… Pek enterasan! Çok renkli bir hint filminin renkleri arasında kaybolmuş, başka bir dünyada, başka zamanları yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz Camden Town’da. Burada geçireceğiniz her bir dakikayı, asla unutmayacak, tekrar tekrar tecrübe etmek isteyecek ve muhtemelen çok eğleneceksiniz! Seçenekler o kadar bol ki, ister 80 millete ait yerel lezzetleri tadabileceğiniz sokak satıcılarını deneyebilir ister, görebileceğiniz en fetiş kıyafetlerin satıldığı mağazalarda amaçsızca para harcayabilirsiniz, ya da sevdiklerinize hatıra amaçlı bir şeyler alabilirsiniz… Pek çok efsane derginin 1950’lerden kalma ilk sayılarını bile bulabileceğiniz enfes sokak sahaflarından, tesadüfi şekilde karşınıza çıkabilen harika etkinliklerden (bkz: Camden Film Fair) veya Londra’nın en şahsına münhasır publarında keyifli vakit geçirme konusuna ise hiç girmiyorum bile! (bkz: The World’s End – 1631’de açılmış!)
Gelelim yemek mevzusuna…
İngilizler bu konuda berbatlar! Ama bu şehirde en az ingiliz kadar yabancı yaşadığı düşünüldüğünde, yemek konusu kesinlikle sıkıntı değil, hatta bu konuda Londra dünyanın en fazla alternatife sahip şehri bile olabilir. Hemen her zevke, bütçeye uygun seçenekler mevcut. Fakat, farklı bir şeyler denemek istiyorsanız, özellikle kalabalık bir arkadaş grubu ile akşam yemeği niyetiniz varsa, ve China Town‘daki mekanlar sizin için “değişik” bir seçim olabilir…48th Gerard St.üzerinde yer alan New China Restaurant‘ta ortaya bir hot-pot söylerek, ekipçe kaynayan tencerede kendi yemeğinizi “çin usulü” pişirmenin, lezzetli ve bol eğlenceli bir aktivite olduğunu söyleyebilirim! Hazır olun, akşam yemeğinizin temel amacından sapıp, komik bir maceraya dönüşeceğine tanık olacaksınız!
Sözün özü;
Alternatiflerin bol olduğu, pek yorucu, bol eğlenceli, aşırı pahalı ama kesinlikle ruh dinlendirici özel bir şehir Londra. İmkanı olanlara, şiddetle ve gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim!